Sayfalar

30 Nisan 2011 Cumartesi

Serenad - Zülfü Livaneli


“Serenad” hakkında ne yazmalıyım? Nereden başlamalıyım? Neleri yazmalıyım? Neleri sizin keşfetmenize izin vermeliyim? O kadar zor ki buna karar vermek.


Hepimiz 2. Dünya savaşı hakkında az yada çok bilgiye sahibiz. Yahudilerin acımasızca yok edildiği yüzlerce film izlemişizdir. Ama ben bu kitap sayesinde, katılmamış olduğumuz bir savaşta bile birçok insanın dolaylı da olsa, politik zorunluluklar nedeniyle de olsa ölümlerine neden olduğumuzu gördüm. İnsanlık için, ölenler için, çocuklar için, bu utanç verici olaylar için taaaa midemin derinliklerinden gelen acılar hissettim.


Kitaptaki her olayı, her kişiyi anlatmak istiyorum ama o zaman okuyacak olanlara haksızlık etmiş olacağım. Özetleye bildiğim kadarıyla;


Zülfü Livaneli bu kitabı bir erkek olmasına rağmen bir kadın (Maya Duran) ağzından yazmış. Maya İstanbul Üniversitesi’nde rektörlükte çalışmaktadır. Olaylar üniversitede bir konuşma yapmak için gelecek olan saf ari Alman olan Prof. Maximillian Wagner’in İstanbul’a gelmesiyle başlıyor. Kendisini havaalanında Maya karşılar ve İstanbul’da olduğu sürece kendisini gezdirmek ve istediği yerlere götürmekle görevlidir.


Okurken benim hissettiklerim: Öncelikle kitap beni çok hırpaladı. Hem kalbimde ağrılar olmasına neden oldu, hem elimden bırakmak istemedim. Bazı hikayelerde gözlerimdeki yaşları tutamadım. Tarihi gerçekler karşısında şoklar yaşadım. İnsan oğlunun acımasızlığına, kötü kalbine üzüldüm. Yaşamak için dünyanın aslında ne kadar zor bir yer olduğunu hissettim.


Bize tarih derselerinde öğretilmeyen, anlatılmayan olaylara gelince;


2. Dünya Savaşı sırasında Alman Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye gelen bilim adamları İstanbul Üniversitesi’nin temellerini oluşturmuşlar. Türkiye’ye kaçmak ve bizim ülkemiz halkımız için çalışma talepleri olmuş. Bu taleplerini o zamanın başbakanı İsmet İnönü’ye iletmişler fakat olumlu bir cevap alamamışlar. Daha sonra bir şekilde Atatürk’ün bu durumdan haberi olmuş ve Profesörleri Türkiye’ye getirmiş ve üniversitelerde hocalık yaptırmış. Çok iyi maaşlarla dersler vermişler bu profosörler. İstanbul Üniversitesi’ni kurmuşlar, hala hukuk fakültelerinde okutulan başucu kitaplarını yazmışlar, anayasamız da bile söz sahibi olmuşlar.


Aşağıdaki bahsedilen olayların detaylarını yazmak istemedim. Ama kitabı okumadan önce internette bir araştırma yapmanızı tavsiye ediyorum.

Mavi Alay Olayı: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=151907

Struma Gemisi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Struma_(gemi)

Bu tarihi ana olayların yanındaki yan hikayelerse günümüze, bizim yaşantımıza ayna olacak, kendimizi sorgulayacak hikayelerdi. Mesela Maya’nın birlikte yaşağıdı oğluyla arasındaki kapanmayan uçurumun biraz sevgi, ilgi ile ne hale gelebileceğini kitabın sonunda harika bir süprizle göreceksiniz.


Yada kendi insanımız dediğimiz insanlarımızın cahillikleriyle, hırslarıyla bize nasıl zararlar verebileceğini de Maya ve Max’ı gezdiren şöför temsil etmiş sanırım. Maya’nın subay olan abisiyle konuşmaları, tartışmaları ise yazarın, içimizdeki seslerin, soruların ve bir taraftanda politik bakışın aynaları bence. Dikkatlice okunup üzerinde düşünülmesi gereken kısımlardır.


Ayrıca Atatürk’le ilgili hiç duymadığınız bazı tarihi olaylarda okuyacak ve şaşıracaksınız.


Gelelim bu şahane kitaba adını veren Serenad’a. Schubert’in Serenad’ından esinlenerek Max’ın büyük aşkı Nadia’ya yazıp, kemanla çaldığı kendi bestesidir Serenad. Hikaye bir yönüyle de bu notaların hüzünlü macerasıdır.


Biraz da kitaptan alıntı yapmak istedim;


Ayşe, Mari ve Nadia 3 ayrı kadın 3 hikaye. Maya’nın da dediği gibi “Birbirini tanımayan Türk, Ermeni ve Yahudi üç kadının başına gelenler dünyaya, insanlığa dair bütün umutlarımı yıkmış, neredeyse içinden yaşama isteğini çekip almıştı.” Yazar işte böyle zamanlar için de Maya’nın babaannesinin öğüdünü yazmış. “Bu dünyada sana kötülük yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak. Kimi insanın yüreği karanlık, kimininki aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi oldugunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama! Kendini koru kızım, insanlara karşı kendini koru!”


Ama tabiki hayatımızda güzel şeyler var. Mutluluk çok paran olması değil yada gelin olmak, çocuk sahibi olmak değil. Esas olan en başta kalbimizi kötü düşüncelere ön yargılara kapatmalıyız, yaşamımızın bir anlamı olması için çabalamalıyız.


Geçmişini devamlı tanımlayan başka bir ülke var mıdır acaba? Türkiye’de devamlı caddelerimizin, sokaklarımızın hatta şehirlerimizin bile isimlerini değiştirme telaşı var. Değiştirmek, dönüştürmek, birşeylerden kurtulmak telaşı. Bu konudaki tespitte gerçekten yerindeydi. “Bizanstan kurtul, Osmanlıdan kurtul, arap kültüründen kurtul, şimdi yeni moda kemalizmden kurtul, mavi alayı sakla, strumayı sakla, ermeni olayını sakla.” Max’ın dediği gibi “Bütün devletler kötüdür! Aslında devlet denen örgüt, kötülüğün sürdürülmesi için vardır.” En iyi sandığımız devlet, iktidar bile mutlaka birilerini öldürmüş zarar vermiş, hakkını yemiştir.


Bodrum müzesi ile ilgili de çok güzel bir bölüm var. Yapılacaklar listeme bunu ekledim. Müze gezmeyi sevmeme rağmen Bodruma kaç kez gittim birgün bile nedendir bilmem o müzeyi gezmek aklıma gelmedi. Bodrum’a gider gitmez gezilecek müze! Bu arada, Bodrum o kadar güzel anlatılmış ki yine Bodrum’a yerleşme hayallerim depreşti.


Ve son olarak, kötümser “işler daha kötü olamaz” diye feryat ederken, iyimser “olabilir, daha kötü de olabilir” dermiş. Şimdi söyleyin bakalım, Siz iyimser misiniz? Kötümser mi? Maya’nın anlattığı biri Alman ve biri Yahudi çift; Maximilian ve Nadia Deborah Wagner’ın anısı yolumuzu aydınlatsın.

Mutlaka okuyun……

1 yorum:

  1. İkinci Dünya Savaşı Atatür'ün ölümünden sonra başlamadı mı ?

    YanıtlaSil